Yönetmen Nazif Tunç
''Karınca'', ''Peygamberin Kılıçları'', ''Semazen'', ''Kiralık Anne'' ve ''Hicret''in de aralarında bulunduğu çok sayıda yapıma yönetmen ve yapımcı olarak imza atan Nazif Tunç, Türk sinemasındaki yolculuğunu, sinema ve sanata bakış açısını ve Türk sinemasına ilişkin düşüncelerini AA muhabirine anlattı.
1986'da Tarık Buğra’nın kaleme aldığı ''Kuruluş- Osmancık'' dizisinde senaryo asistanlığıyla başladığınız ''ekran'' maceranız bugün beyaz perdede ''Karınca'' filmi ile taçlandı. Gazetede sinema yazıları yazan Nazif Tunç bugün önemli bir yönetmen. Gazetecilikten sinemacılığa geçiş nasıl oldu?
''Trakya kasabası Uzunköprü'de okumayla, edebiyatla, sanatla ilgilenen, bir hudayinabit gibi, hocası, eğitmeni, öğretmeni olmadan hayat yollarında kendi başına sanat macerası yaşayan bir çocuktum. Yeni yetmeliğim, çocukluğum halk kütüphanesiyle, halk sineması denilen iki kültür ocağının arasında geçti o kasabada. Halk sineması belediyenin sinemasıydı ve orada filmler seyrediyordum. Halk kütüphanesinde de Kemalettin Tuğcu'dan, Murat Sertoğlu'ndan başlayarak Yaşar Kemallere, Orhan
Kemallere, Behçet Necatigillere kendiliğinden ulaşmış bir maceram oldu.
'Edebiyat dünyasına derin ve güçlü yumruklar atmaya çalışan taşralı bir heveskardım' İstanbul'da üniversiteyi kazandım. İçimde sinemaya karşı bir merakım vardı ama daha çok, büyük şehre gelip edebiyat dünyasına derin ve güçlü yumruklar atmaya çalışan taşralı bir heveskardım.
Sinema benim için daha çok Yeşilçam filmlerini seyrederek, hatta Lütfi Akadlar, Metin Erksanlar, Duygu Sağıroğulları, Atif Yılmazlarla değil sadece, Çetin İnançlar, Yılmaz Atadenizlerin bir kasaba sinemasına gelen ne kadar avantür filmi varsa onlarla lezzet almaya çalıştığım bir alandı. 1980 darbesinden sonra üniversite okumak üzere İstanbul'a geldim ve bir yandan da sağda solda, edebiyat dergilerinde, Varlık dergisinde şiirleri yayınlanmaya başlayan bir heveskardım. Edebiyat meraklısıydım ama roman yazmak, şiir kitapları çıkarmak, edebiyat çevrelerine girmek istiyordum. Bunları yürütebilmek için de bir çevre içinde olmak istiyordum. Tarık Buğra, Mustafa Miyasoğlu, İstanbul'a geldiğim zamanlarda elimden tutan ilk hocalar oldu.
Daha sonra Tarık Buğra ile Kuruluş'un yazılması sırasında onun daktilo etmediği, el yazısıyla yazdığı Kuruluş senaryosunu temize çekerek, tab ederek, on parmak yazıyordum. Bu süreçler içerisinde ben Mustafa Miyasoğlu'nun da himayesiyle ve yardımıyla, Tercüman ve Türkiye gazetesinin kültür sanat sayfasında sinema ve tiyatro eleştirmenliği de yapmaya başladım. Benim aslında sinemaya adım atarken hiçbir ustam olmadı fakat Yeşilçam'ın ne kadar yönetmeni varsa, onların setlerinde, onların çekim ve montaj yaptıkları zamanlarda sanatlarını, yöntemlerini yakından izleme fırsatım oldu. Bu fırsat bana gazeteciliğin getirdiği bir imkandı. Sabah gazeteye gidiyordum ve Yeşilçam'ın şirketlerine, yazıhanelerine telefon ediyordum.
'Nerede, hangi mekanda olacak çekiminiz?
Kim çekiyor?' diye soruyordum. Normal bir insan olarak gitse belki film setinin olduğu semte, mahalleye bile sokulmayacak olan birisi, gazetecilik vasfıyla sete giriyor, akşama kadar röportaj, fotoğraf, haber gibi birtakım vesilelerle yönetmenin, oyuncuların çalışmalarını yakından takip ediyor.
Biraz bu ziyaretlerim ve ayrı ayrı yönetmenleri takip etmem, sinemada birçok ustamın var olmasını sağladı. 1986-1987 senesinde yoğun biçimde Erdoğan Tokatlı, Şerif Gören, Atıf Yılmaz, rahmetli Zeki Ökten, hepsinin setine belki birkaç gün giderek, gazete haberi, röportaj gibi birtakım kulplarla filmlerini çekme yöntemleriyle ilgili birtakım dersler peşindeydim.
1989 senesine kadar sanatta eleştirmen ve yazar olarak bu maceram sürdü. Tarık Buğra'nın bana senaryolarını tab ettirmesinden kaynaklanan ve Kuruluş'un çekimleri sırasında Yücel Çakmaklı ile olan ilişkilerim, sinemanın yavaş yavaş içine, daha merkezine doğru adım atma cesaretimin sebebi oldu. 1989'da Türkiye Gazetesi Radyo Televizyonu (TGRT) kuruldu. Bir zamanlar asistanı olmaya çalıştığım Yücel Çakmaklı'nın yapımcısı ve senaristi oldum. 'Kurdoğlu-Osmanlı Bedel İster'diye Osmanlı tarihinin 16. yüzyılda, Barbaros (Hayreddin Paşa), Oruç Reis, denizcilerin İspanya'dan, Endülüs'ten o zamanın zulüm görmüş birtakım insanlarını, Osmanlı ülkesine getirmekle ilgili mücadelelerini anlatan bir film
yaptık ve çok da beğenildi. 'Bizim internetimiz yoktu. Kasaba sinemasındaki filmlerle avunuyorduk.'